sanatın önemi
SANAT IN ÖNEMMİ
18. YY' a dek bir örgün sanat eğitiminden, daha doğrusu öğretiminde sözedilemez. Yüzyıllar boyunca sanatçı daima usta-çırak ilşkisi içinde yetiştirilmiştir. Büyük oranda lonca (sanatı ve zanaatların kalitesini denetleyen toplumsal bir kurum) sisteminin bir sonucu olan bu yetişme düzeni, Batı'da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte loncalar ortadan kalkınca zorunlu olarak yerini okul-içi öğretime bırakmıştır. Akademiler bu yeni gereksinimlerin bir sonucudur.
Çağdaş sanat eğitiminde ise, en önemli ve ilerici atılımlar 1919 ile 1933 yılları arasında Bauhaus bünyesinde (Alman sanat okulu) gelişmiştir.
Kısa bir sanat eğitimi tarihçesiyle giriş yaptıktan sonra sanatı toplumsal yaşamımızdaki önem ve değeri yönünden ele aldığımız zaman, sanat, sosyal yaşamda var olan gerçekleri olduğu gibi değil de, olması gerektiği gibi dile getirir. Bunu yaparken öznel bir bakışla nesneleri ve olayları değerlendirerek bir beyin süzgecinden geçirerek doğayı bozar, değiştirir, artırır yada azaltır. Çünkü sanat kaybedilemeyecek güzeli aramaktadır. Hayal gücünün yarattığı renkler, çizgiler ya da seslerle hareketlerle herşeyi kendi içinde gördüğü şekle dönüştürür. İnsana hitap eder ve estetik hazlara hizmet etmiş olur. Ortaya atılan sanat eserleri (heykel, resim, tiyatro, sinema, şiir,roman, müzik v.s) bireyin kendi hislerinin ne olduğunu öğrenmesini sağlar, insanları kötü duygulardan kurtararak onlara iyi, olması gereken duygular aşılarken ayrıca yaşadığı şehrin, sınıfın ve ulusun insanlarına bir kişilik ve yaşama bilinci aşılayarak birlik sağlar, insanların birbirlerine yaklaşmasına yardım eder. Sanat bizi sanatçı aracılığı ile konularında yarattığı tiplerle biraraya getirerek yaşamımızı daha da bir genişletir, yani yaşamı artırıcı bir işlevi vardır.
Dolayısıyla toplumsal yaşamı hiçbir zaman sanattan bağımsız düşünemeyeceğimize göre her toplum kendi sanatına ve sanatları icra eden sanatçılarına, geleceğimizi oluşturacak gençlerin sanat eğitimlerine büyük önem vermesi gerekmektedir ki çağdaş bir toplum seviyesine ulaşabilelim. Atatürk'ün "Sanatsız kalmış bir ülkenin hayat damarlarından biri kopmuş demektir." sözü bizlere her zaman ışık tutacaktır.
24 Mart 2014 Pazartesi
13 Mart 2014 Perşembe

SANATÇI TASARIMCI MIDIR
012 yılında İstanbul'da ilk Tasarım Bienali gerçekleştirilecek. Ancak bienalin teması, henüz netlik kazanmış durumda değil. Tüm dünyanın gözünü Türkiye'ye çevirmesi için farklı bir şeyler sunmak şart. İşte tam da bu noktada net kararlar almak ve tasarımın neye odaklanması gerektiğini belirlemek üzere geçtiğimiz hafta İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından ön etkinlikler düzenlendi. Ve bu etkinlikler kapsamında dünyaca ünlü tasarımcılar, yuvarlak masa etrafında 'tasarımı' tartışmak üzere İstanbul'a geldi. Vitra Tasarım Müzesi'nin kurucusu ve Vitra Tasarım Vakfı Başkanı Alexander von Vegesack, Ikea tasarımcısı Sigga Heimis, Londra merkezli Architecture+Design stüdyosunun kurucusu iç mimar Sevil Peach Gence ve Hermes markasının geçtiğimiz aralık ayına dek tasarım direktörlüğünü üstlenen Gabriele Pezzini, Tasarım Bienali'nin konuğu olarak İstanbul'daydı. Ortaya çıkan sonuç netti: Tasarımın yeni adresinin İstanbul olması için özgün ve fonksiyonel ürünler yaratmak gerekiyordu. Batı taklidi olmak ya da lüks tasarım yapmak, tasarımın gerçek amacını açıklamıyordu. Konuşmacılardan müzisyen Durul Gence'nin kız kardeşi de olan ve Londra'da yaşayan Sevil Peach Gence, öze dönmenin Türkiye'de yanlış değerlendirildiğini söylüyor ve "Tasarıma kubbe koymak öze dönmek değildir," yorumunu yapıyordu. Sekiz yıl boyunca Ikea'da kadrolu olarak çalışan, şimdi ise İzlanda'ya taşınıp free lance çalışmaya devam eden Sigga Heimis de "Ucuz ürün kalitesiz demek değildir," diyordu.
Sevil Peach Gence
Oturulamayan koltuk tasarlıyorsan, git heykeltıraş ol
- Günümüzde tasarımın yeri nedir? Artık 100 binlerce dolarlık mobilyalar satılıyor. - Maalesef 'tasarım' adı altında kendi egolarını tatmin edenler var. Doğru, Miami'deki tasarım fuarlarında 100 binlerce dolarlık sandalye satılıyor. Bu durumu anlamak çok güç. Benim için tasarım, insanın hayatını kolaylaş-tıran, anlam kazandıran bir yoldur. Tasarım, insan odaklı ve fonksiyonel olmalıdır. Bu anlamda kural kırıcı olabilirsiniz. Ama tasarımcının kendi imzasını attığı, fazla stilize tasarımlara katılmıyorum. Abartı mekan ve objeler tasarlayanlar var. Bu tehlikeli bir yaklaşım.
- Neden tehlikeli? - Çünkü o zaman tasarım, lükse ve gösterişe giriyor. İnsanlar gördüğünde 'Vav,' desinler diye yapılan abartılı işlere yazık. Tasarım görünmez olmalı.
- O halde size göre tasarımcılar sanatçı değil. - İkisi mukayese edilmemeli. Sanatçı, toplumsal mesaj verse de kendini ifade eder. Tasarımcı ise belli bütçe ile belli bir yerde fonksiyonel bir şey yaratır. Tasarımcı niye sanatçı olsun ki? Biz endüstri ile çalışıyoruz. Sanatsa tamamen kişisel bir çalışma. Yaptığın koltuğa oturulamıyorsa git heykeltıraş ol. O da koltuk değil, heykel olsun.
- Türkiye'yi tasarım konusunda nerede buluyorsunuz? - Maalesef çok özenti buluyorum. Hâlâ tasarımdan anladığını sanıp, binlerce dolara marka objeler alanlar var. Oysa dediğim gibi tasarım görünmez olmalı. Tahtakale'deki tahta kaşıklar gibi. Değer konmamış, imza da yok ama işlevi büyük. Ben her yıl Londra'ya o kaşıklardan taşıyorum. En iyi Noel hediyem. İşte onu yapan kişiler gerçek tasarımcı. Diğerleri ise kendi imzalarını ve markalarını öne çıkarıyor. Ama Türkiye'deki gençlerden umutluyum. Bir tek şu öze dönme işini karıştırdığınızı düşünüyorum.
- Öze dönerken neyi yanlış yapıyoruz? - Öze dönmek Topkapı Sarayı'ndaki motifleri alıp, bardak üzerine desen yapmak değildir. Bana yabancı gazeteciler 'Türk olmanız tasarımlarınızı nasıl etkiliyor?' diye soruyor. Her tasarımıma kubbe koymuyorum. O zaman hepimiz evimizde sedirlerde oturalım. Öze dönmek bu değildir. Toprağımızdan çıkan malzemelerden beslenmektir. Mesela biz Türk halkı olarak sevgi odaklıyız. İnsan ilişkilerimiz çok iyi ve gözlemlemeyi seviyoruz. İşte bu, Türk olmamın tasarımlarıma yansıması. Gözlemlemeyi seviyorum. Ama lale motifi kullanarak kendi kültürümü yansıtamam.
Balerin olmak istedim, babamın tepkisinden korktum
- Ağabeyiniz Durul Gence başarılı bir müzisyen. Siz de dünyaca ünlü bir tasarımcısınız. Ailede başka yetenekler var mı bilmediğimiz?
- Biz dört kardeşiz. Aslında ablam da eski bir tiyatrocu ama artık bu işi yapmıyor. Evet ailede bir yetenek olduğu muhakkak. Kesin bir yaratıcılık var.
- Ama siz sanat değil, tasarım kısmını seçmişsiniz?
- Aslında Londra'ya modern dans eğitimi alma hayalleriyle gittim. Ama babamın izin vermeyeceğini biliyordum. Babama 'Ben balerin olacağım,' diyemedim, gittim iç mimari okudum. İç mimariden anladığım da yoktu.
- Neden babanızın karşı çıkacağını düşündünüz ki? Sonuçta ağabeyiniz de müzisyen, daha liberal cevap verirdi belki. Ya da ağabeyinizden destek isteseydiniz size yardımcı olmaz mıydı? - Hayır, kimseye söylemedim. Çünkü profesyonel kariyer olarak dansçı olmamı istemezlerdi. Ben de tasarım okudum.
- İçinizde kalmadı mı balerin olmak?
- Kalmaz olur mu! Ama denedim. Londra'ya gittiğimde hemen seçmelere girdim. Bacağıma, duruşuma baktılar, 'Senden balerin olmaz, zamanını boşa harcama,' dediler. Tabii o dönemde kurallar daha ciddi. Ve benim yaşım geçmiş, kabul edilmedim.
- 16 yaşında Londra'ya gittiniz ve bir daha hiç dönmediniz mi?
- Döndüm hem de İngiliz kocamın isteğiyle. Üniversitede tanıştık ve evlendik. İstanbul'da manzaralı bir evde oturma şartıyla İstanbul'a taşındı. Cihangir'de 4 bin TL kira ödüyorduk. Ve benim kazancım da 4 bin TL'ydi. Düşünün saçmalığı. Sonra 1977 yılında kızımız oldu ve o dönem Türkiye çok karışıktı. Terör olayları yüzünden çocukla dışarı dahi çıkamıyorduk. Bizimki de 'Haydi Londra'ya gidiyoruz,' dedi. Gidiş o gidiş, tam 45 yıldır oradayım.
- Tekrar Türkiye'ye taşınmayı düşünüyor musunuz?
- O hep gündemde var. Tabii artık evli değilim, tek başıma konuşuyorum. Çok sıkıntılı dönemlerden geçtik, sonrasında ayrılma kararı aldık.
- Ama hâlâ soyadınızı kullanıyorsunuz. - Evet, çünkü o soyadıyla meşhur oldum. Türkiye'de ise Gence soyadı bilindiği için onu da kullanıyorum.
- Ağabeyiniz Durul Gence ile aranız nasıl? O hiç Londra'ya sizin yanınıza taşınıp, yurtdışına açılmayı düşünmedi mi? - böyle bir kararı olmadı. Gidip gelen hep ben oldum.
- Londra'da oldukça başarılı bir kariyeriniz var. Vitra, Microsoft gibi dünyaca ünlü markalarla çalışıyorsunuz. İstemeye istemeye girdiğiniz iç mimarlık bölümünde zirveye çıkmayı nasıl başardınız?
- Kolay olmadı. Çok çalıştım, hâlâ da haftanın yedi günü ve gecesi çalışıyorum. Bir dönem Londra'da 500 kişilik bir mimarlık şirketi olan YRM'in tasarım direktörlüğünü yaptım. BMW aracım, iyi bir gelirim ve benimle çalışan 50 kişilik bir ekibim vardı. Ama Londra'da bile başarılı bir kadınsanız, dedikodular sizin peşinizi bırakmıyor. Çekemeyenler hemen dedikodulara başladı. Ben de bunlarla uğraşmak zorunda kaldım. Sonra da cesur bir karar aldım; istifa ettim, BMW'yi bıraktım ve daha az parayla yaşama mücadelesi vermeyi göze aldım. Kendi ekibimi kurup, asla büyümeme kararı aldım. Ve bu karara da sadık kaldım. Meşhur olunca bir sürü iş geliyor ve bunu kabul etmek irade gerektiriyor.
Sigga Heimis
Yeni trend: Trendlerden uzak durmak
- Yıllardır Ikea markası için tasarım yapıyorsunuz. Genel bir kanı vardır, 'Ucuz olan kalitesizdir' diye. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz? - Haklısınız, insanlar ucuz bir ürün alırken şüpheleniyor. Kalitesiz olma ihtimalini göz önünde bulunduruyor. Kimse kısa süre sonra işlevini yitirecek bir ürün almak istemez. Ama ucuz ürün kalitesiz olacak diye bir şey yok. Bu, tamamen doğru planlamayla alakalı. Örneğin Ikea büyük alıcı olduğu için malzemeyi daha ucuza tedarik edebiliyor. Bir de inanın lüks segmentteki markalarla aynı yerden malzemeyi alıyor, aynı fabrikalarla çalışıyor. Çin'de ucuza yaptırdığınız ürünün genellikle yol masrafı çok fazla olur. Bunu çözmek için tasarımlarımızı fazla yer kaplamayacak şekilde tasarlıyoruz. Bir de nadir bulunan malzeme kullanırsanız bu da fiyatı yükseltir.
- Ucuz segmente tasarım yaparken öncelikli olarak neleri göz önünde bulunduruyorsunuz? - Elbette maliyeti ve raf satış fiyatı çok önemli. Onlara odaklanıyoruz. Farklı ürün gruplarımız ve fiyat seviyeleri var. Ikea, global bir marka. Amerika'daki ürünün aynısı Japonya'da da satılıyor. Bu yüzden global, herkese hitap eden şeyler tasarlıyoruz. İnsanların ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyoruz.
- Satılan ürünler ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor mu? - Elbette. Örneğin Amerika'da evler çok daha geniş ve büyük. Bu yüzden büyük ürün grupları daha çok satılıyor. Japonlar ise daha çok ufak boyutlardaki, az yer kaplayan eşyaları tercih ediyor. Avrupa, ekoloji ve geri dönüşüm meselesine çok ciddi bakıyor ve bu gruptaki ürünleri alıyor. Çin'de ise ekolojik ürünler hiçbir şey ifade etmiyor.
- Trendlerden ne kadar etkileniyorsunuz? - Trendlerle çalışmıyoruz. Benim bugün tasarladığım bir ürün, iki yıl sonra satışa çıkıyor ve aynı ürün yıllarca rafta kalıyor. Bu yüzden biz daha çok zamansız ürünler tasarlıyoruz. Trendlere odaklanırsak geç kalabiliriz. Artık insanlar trendlerden de yoruldu. Modası geçince atacağı objeyi almak istemiyor. Alışveriş yaparken üzerinde çok düşündüğü, fonksiyonu olmayan ürünü almıyor. Kafa yormadan, basit ama işlevsel ürünleri alıyor. Bu yüzden yeni trend, trendsizlik. Bir tek tekstil ürünlerinde ve kumaşlarda bazı trendler ön plana çıkıyor.
- 2012 Türkiye Tasarım Bienali hakkında ne düşünüyorsunuz. Türkiye, diğer ülkelerden ayrışabilecek ve ön plana çıkabilecek mi? - Elbette, burada başka hiçbir ülkede olmayan bir kaynak var. Kültürel birikiminiz çok fazla. Ama öze dönmek, kültürden yararlanmak belli figürlere takılıp kalmak demek değildir. Burada çıkan deri, tekstil, cam gibi malzemeleri kullanmak, onlara yeni formlar kazandırmaktır. Bu topraklardan inanılmaz malzemeler çıkıyor. Bunlarla dünyaya yeni bir tasarım anlayışı kazandırabilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)