23 Mayıs 2014 Cuma

empresyonizm

9. yüzyılın sonlarında Fransa’da resim alanında görülmüş, daha sonra edebiyat ve müzikte de etkili olmuş bir akımdır. Sembolizmle birlikte gerçeküstücülüğü (sürrealizm) hazırlayan bir akım niteliğindedir. İzlenimcilik olarak da adlandırılan bu akımda sanatçılar, çevresindeki varlıkları değil, bunların kendilerinde bıraktığı izlenimleri aktarır.
Empresyonizmin Akımının Özellikleri
  • Bu akımda dış dünya ile ilgili gözlemler, olduğu gibi tüm ayrıntılarıyla anlatılmaz ancak edinilen izlenimler ölçüsünde aktarılır.
  • Empresyonist sanatçılar, dış dünyada gördüğü varlıkların; gerçek, realist yönünü değil kendinde uyandırdığı izlenimleri anlatır. Çünkü onların anlattıkları dış dünya değil, bu dünyanın hayalleriyle bezenmiş izlenimleridir.
  • Empresyonizm, her şeyden önce özgürlüğün sembolüdür. Özellikle empresyonist ressamlar, alışılmış hiçbir kurala bağlı kalmamışlardır. Böylece empresyonist resimde renklerin özgürlüğü sağlandığından sistemsiz bir coşkunluk vardır.
Empresyonizmin Temsilcileri
  • Monet
  • Sisley
  • Cezanne

18 Mayıs 2014 Pazar

Müjdat Gezen - İlkelerin Olacak

Müjdat Gezen İlkelerin Olacak şiiri


                            

İlkelerin olacak
Seni satın alamayacaklar.
Aptalların uydurduğu
atasözlerine inanmayacaksın:
"Paranın satın alamayacağı şey
yoktur."
"Herkesin bir fiyatı vardır."
gibi sözlere kanmayacaksın.
Onurunla, kimliğinle ve
beyninle akıllı yaşacaksın.
Üreteceksin, seveceksin,
sevileceksin, inançlarının
arkasında duracaksın.
Sevgilerin karşılıksız,
yardımların gizli olacak.
Seni attan, ottan ayıran
özelliğin farkına varacaksın.
Çünkü sen insansın,
ve bunu yakalayabildiğin gün,
bembeyaz yaşayacaksın.
 

23 Nisan 2014 Çarşamba

▶ Ünlü ressam naturmortları-still life www.sanatyelpazesi.com - Dailymotion video

▶ Ünlü ressam naturmortları-still life www.sanatyelpazesi.com - Dailymotion video

Bu adamı tanıdıysanız harika bir çocukluk geçirmişsiniz demektir.
Bu adamı trt de tüm çocukluğum boyunca izledim kaçırmamak için sabahları erkenden kalkar televizyonu başına geçerdim. Annemin kızmasına aldırmadan. 
Her izlediğimde beni huzurlu bir dünyaya sürüklediğini hissediyordum. En güzel hayallere yelken açar, ressam olmaya her geçen güün daha fazla heveslenirdim. 
Şimdiyse hayallerimin bir kısmını gerççekleştirmemde payı olan bu manzara sanatçısına çok teşekkür ediyorum .

3 Nisan 2014 Perşembe

Sanat Felsefe İlişkisi

Sanat-Felsefe İlişkisi

Sanat, en genel anlamıyla sanatçının anlatmak istediği şeyi, “biçim verme yöntemiyle” gerçekleştirme çabasıdır. Sanatı felsefe açıdan incelemekle sanat felsefesi ortaya çıkmıştır.
Sanat ile felsefe arasındaki ortak özellikler şunlardır:

- Felsefe gibi sanatta insana özgü bir etkinliktir.

- Felsefe de sanat da; doğayı ve insan varlığını konu edinir.

- Her ikisinin de zorunlu olarak uymaları gereken belirli bir yöntemleri yoktur.

- Her ikisinin de önermeleri dar anlamda doğrulanamaz bir yapıdadır, yani olgusal olarak doğrulanmaları mümkün değildir. Bir sanat eseri, yapısı bakımından doğru veya yanlış olamaz.

- Her ikisinden doğan ürünler insanda bir haz uyandırır.

Sanat ve felsefe arasındaki en önemli fark, felsefenin düşünceye dayalı evrensel bir bilgi olma iddiasına karşılık sanatın duygulara dayanan bir faaliyet olmasıdır.

Verdiği eserler bakımından sanat ile zanaatı da birbirinden ayırmak gerekir. Zanaatta, faydaya dayalı ürünler ortaya koyulurken, sanatta faydadan ziyade sanatsal (estetik) kaygıya dayalı ürünler ortaya koyulur. Yani; belli bir menfaat ve maddi gelir sağlamak amacıyla yapılan ürünler zanaat ürünüdür.

Bir sanat eserinin estetik değer kazanabilmesi için, hiçbir çıkar düşünmeden o objeden haz duyan ve onu takdir eden estetik süjelerin bulunması gerekir.

Derleyen:
 Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 3. Sınıf "Çağdaş Felsefe Tarihi" Dersi Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

24 Mart 2014 Pazartesi

sanatın önemi 

SANAT IN ÖNEMMİ
18. YY' a dek bir örgün sanat eğitiminden, daha doğrusu öğretiminde sözedilemez. Yüzyıllar boyunca sanatçı daima usta-çırak ilşkisi içinde yetiştirilmiştir. Büyük oranda lonca (sanatı ve zanaatların kalitesini denetleyen toplumsal bir kurum) sisteminin bir sonucu olan bu yetişme düzeni, Batı'da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte loncalar ortadan kalkınca zorunlu olarak yerini okul-içi öğretime bırakmıştır. Akademiler bu yeni gereksinimlerin bir sonucudur.

Çağdaş sanat eğitiminde ise, en önemli ve ilerici atılımlar 1919 ile 1933 yılları arasında Bauhaus bünyesinde (Alman sanat okulu) gelişmiştir.


Kısa bir sanat eğitimi tarihçesiyle giriş yaptıktan sonra sanatı toplumsal yaşamımızdaki önem ve değeri yönünden ele aldığımız zaman, sanat, sosyal yaşamda var olan gerçekleri olduğu gibi değil de, olması gerektiği gibi dile getirir. Bunu yaparken öznel bir bakışla nesneleri ve olayları değerlendirerek bir beyin süzgecinden geçirerek doğayı bozar, değiştirir, artırır yada azaltır. Çünkü sanat kaybedilemeyecek güzeli aramaktadır. Hayal gücünün yarattığı renkler, çizgiler ya da seslerle hareketlerle herşeyi kendi içinde gördüğü şekle dönüştürür. İnsana hitap eder ve estetik hazlara hizmet etmiş olur. Ortaya atılan sanat eserleri (heykel, resim, tiyatro, sinema, şiir,roman, müzik v.s) bireyin kendi hislerinin ne olduğunu öğrenmesini sağlar, insanları kötü duygulardan kurtararak onlara iyi, olması gereken duygular aşılarken ayrıca yaşadığı şehrin, sınıfın ve ulusun insanlarına bir kişilik ve yaşama bilinci aşılayarak birlik sağlar, insanların birbirlerine yaklaşmasına yardım eder. Sanat bizi sanatçı aracılığı ile konularında yarattığı tiplerle biraraya getirerek yaşamımızı daha da bir genişletir, yani yaşamı artırıcı bir işlevi vardır.


Dolayısıyla toplumsal yaşamı hiçbir zaman sanattan bağımsız düşünemeyeceğimize göre her toplum kendi sanatına ve sanatları icra eden sanatçılarına, geleceğimizi oluşturacak gençlerin sanat eğitimlerine büyük önem vermesi gerekmektedir ki çağdaş bir toplum seviyesine ulaşabilelim. Atatürk'ün "Sanatsız kalmış bir ülkenin hayat damarlarından biri kopmuş demektir." sözü bizlere her zaman ışık tutacaktır. 

13 Mart 2014 Perşembe


SANATÇI TASARIMCI MIDIR
012 yılında İstanbul'da ilk Tasarım Bienali gerçekleştirilecek. Ancak bienalin teması, henüz netlik kazanmış durumda değil. Tüm dünyanın gözünü Türkiye'ye çevirmesi için farklı bir şeyler sunmak şart. İşte tam da bu noktada net kararlar almak ve tasarımın neye odaklanması gerektiğini belirlemek üzere geçtiğimiz hafta İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından ön etkinlikler düzenlendi. Ve bu etkinlikler kapsamında dünyaca ünlü tasarımcılar, yuvarlak masa etrafında 'tasarımı' tartışmak üzere İstanbul'a geldi. Vitra Tasarım Müzesi'nin kurucusu ve Vitra Tasarım Vakfı Başkanı Alexander von Vegesack, Ikea tasarımcısı Sigga Heimis, Londra merkezli Architecture+Design stüdyosunun kurucusu iç mimar Sevil Peach Gence ve Hermes markasının geçtiğimiz aralık ayına dek tasarım direktörlüğünü üstlenen Gabriele Pezzini, Tasarım Bienali'nin konuğu olarak İstanbul'daydı. Ortaya çıkan sonuç netti: Tasarımın yeni adresinin İstanbul olması için özgün ve fonksiyonel ürünler yaratmak gerekiyordu. Batı taklidi olmak ya da lüks tasarım yapmak, tasarımın gerçek amacını açıklamıyordu. Konuşmacılardan müzisyen Durul Gence'nin kız kardeşi de olan ve Londra'da yaşayan Sevil Peach Gence, öze dönmenin Türkiye'de yanlış değerlendirildiğini söylüyor ve "Tasarıma kubbe koymak öze dönmek değildir," yorumunu yapıyordu. Sekiz yıl boyunca Ikea'da kadrolu olarak çalışan, şimdi ise İzlanda'ya taşınıp free lance çalışmaya devam eden Sigga Heimis de "Ucuz ürün kalitesiz demek değildir," diyordu.

Sevil Peach Gence 
Oturulamayan koltuk tasarlıyorsan, git heykeltıraş ol
- Günümüzde tasarımın yeri nedir? Artık 100 binlerce dolarlık mobilyalar satılıyor. 
- Maalesef 'tasarım' adı altında kendi egolarını tatmin edenler var. Doğru, Miami'deki tasarım fuarlarında 100 binlerce dolarlık sandalye satılıyor. Bu durumu anlamak çok güç. Benim için tasarım, insanın hayatını kolaylaş-tıran, anlam kazandıran bir yoldur. Tasarım, insan odaklı ve fonksiyonel olmalıdır. Bu anlamda kural kırıcı olabilirsiniz. Ama tasarımcının kendi imzasını attığı, fazla stilize tasarımlara katılmıyorum. Abartı mekan ve objeler tasarlayanlar var. Bu tehlikeli bir yaklaşım. 

- Neden tehlikeli? - Çünkü o zaman tasarım, lükse ve gösterişe giriyor. İnsanlar gördüğünde 'Vav,' desinler diye yapılan abartılı işlere yazık. Tasarım görünmez olmalı

- O halde size göre tasarımcılar sanatçı değil. 
- İkisi mukayese edilmemeli. Sanatçı, toplumsal mesaj verse de kendini ifade eder. Tasarımcı ise belli bütçe ile belli bir yerde fonksiyonel bir şey yaratır. Tasarımcı niye sanatçı olsun ki? Biz endüstri ile çalışıyoruz. Sanatsa tamamen kişisel bir çalışma. Yaptığın koltuğa oturulamıyorsa git heykeltıraş ol. O da koltuk değil, heykel olsun. 

Türkiye'yi tasarım konusunda nerede buluyorsunuz? - Maalesef çok özenti buluyorum. Hâlâ tasarımdan anladığını sanıp, binlerce dolara marka objeler alanlar var. Oysa dediğim gibi tasarım görünmez olmalı. Tahtakale'deki tahta kaşıklar gibi. Değer konmamış, imza da yok ama işlevi büyük. Ben her yıl Londra'ya o kaşıklardan taşıyorum. En iyi Noel hediyem. İşte onu yapan kişiler gerçek tasarımcı. Diğerleri ise kendi imzalarını ve markalarını öne çıkarıyor. Ama Türkiye'deki gençlerden umutluyum. Bir tek şu öze dönme işini karıştırdığınızı düşünüyorum. 

Öze dönerken neyi yanlış yapıyoruz? 
- Öze dönmek Topkapı Sarayı'ndaki motifleri alıp, bardak üzerine desen yapmak değildir. Bana yabancı gazeteciler 'Türk olmanız tasarımlarınızı nasıl etkiliyor?' diye soruyor. Her tasarımıma kubbe koymuyorum. O zaman hepimiz evimizde sedirlerde oturalım. Öze dönmek bu değildir. Toprağımızdan çıkan malzemelerden beslenmektir. Mesela biz Türk halkı olarak sevgi odaklıyız. İnsan ilişkilerimiz çok iyi ve gözlemlemeyi seviyoruz. İşte bu, Türk olmamın tasarımlarıma yansıması. Gözlemlemeyi seviyorum. Ama lale motifi kullanarak kendi kültürümü yansıtamam.

Balerin olmak istedim, babamın tepkisinden korktum
- Ağabeyiniz Durul Gence başarılı bir müzisyen. Siz de dünyaca ünlü bir tasarımcısınız. Ailede başka yetenekler var mı bilmediğimiz?

- Biz dört kardeşiz. Aslında ablam da eski bir tiyatrocu ama artık bu işi yapmıyor. Evet ailede bir yetenek olduğu muhakkak. Kesin bir yaratıcılık var. 

- Ama siz sanat değil, tasarım kısmını seçmişsiniz? 
- Aslında Londra'ya modern dans eğitimi alma hayalleriyle gittim. Ama babamın izin vermeyeceğini biliyordum. Babama 'Ben balerin olacağım,' diyemedim, gittim iç mimari okudum. İç mimariden anladığım da yoktu. 

- Neden babanızın karşı çıkacağını düşündünüz ki? Sonuçta ağabeyiniz de müzisyen, daha liberal cevap verirdi belki. Ya da ağabeyinizden destek isteseydiniz size yardımcı olmaz mıydı? - Hayır, kimseye söylemedim. Çünkü profesyonel kariyer olarak dansçı olmamı istemezlerdi. Ben de tasarım okudum. 

- İçinizde kalmadı mı balerin olmak? 
Kalmaz olur mu! Ama denedim. Londra'ya gittiğimde hemen seçmelere girdim. Bacağıma, duruşuma baktılar, 'Senden balerin olmaz, zamanını boşa harcama,' dediler. Tabii o dönemde kurallar daha ciddi. Ve benim yaşım geçmiş, kabul edilmedim. 

- 16 yaşında Londra'ya gittiniz ve bir daha hiç dönmediniz mi? 
- Döndüm hem de İngiliz kocamın isteğiyle. Üniversitede tanıştık ve evlendik. İstanbul'da manzaralı bir evde oturma şartıyla İstanbul'a taşındı. Cihangir'de 4 bin TL kira ödüyorduk. Ve benim kazancım da 4 bin TL'ydi. Düşünün saçmalığı. Sonra 1977 yılında kızımız oldu ve o dönem Türkiye çok karışıktı. Terör olayları yüzünden çocukla dışarı dahi çıkamıyorduk. Bizimki de 'Haydi Londra'ya gidiyoruz,' dedi. Gidiş o gidiş, tam 45 yıldır oradayım. 

- Tekrar Türkiye'ye taşınmayı düşünüyor musunuz? 
- O hep gündemde var. Tabii artık evli değilim, tek başıma konuşuyorum. Çok sıkıntılı dönemlerden geçtik, sonrasında ayrılma kararı aldık. 

- Ama hâlâ soyadınızı kullanıyorsunuz. - Evet, çünkü o soyadıyla meşhur oldum. Türkiye'de ise Gence soyadı bilindiği için onu da kullanıyorum. 

- Ağabeyiniz Durul Gence ile aranız nasıl? O hiç Londra'ya sizin yanınıza taşınıp, yurtdışına açılmayı düşünmedi mi? 
- böyle bir kararı olmadı. Gidip gelen hep ben oldum. 

- Londra'da oldukça başarılı bir kariyeriniz var. Vitra, Microsoft gibi dünyaca ünlü markalarla çalışıyorsunuz. İstemeye istemeye girdiğiniz iç mimarlık bölümünde zirveye çıkmayı nasıl başardınız? 
- Kolay olmadı. Çok çalıştım, hâlâ da haftanın yedi günü ve gecesi çalışıyorum. Bir dönem Londra'da 500 kişilik bir mimarlık şirketi olan YRM'in tasarım direktörlüğünü yaptım. BMW aracım, iyi bir gelirim ve benimle çalışan 50 kişilik bir ekibim vardı. Ama Londra'da bile başarılı bir kadınsanız, dedikodular sizin peşinizi bırakmıyor. Çekemeyenler hemen dedikodulara başladı. Ben de bunlarla uğraşmak zorunda kaldım. Sonra da cesur bir karar aldım; istifa ettim, BMW'yi bıraktım ve daha az parayla yaşama mücadelesi vermeyi göze aldım. Kendi ekibimi kurup, asla büyümeme kararı aldım. Ve bu karara da sadık kaldım. Meşhur olunca bir sürü iş geliyor ve bunu kabul etmek irade gerektiriyor.

Sigga Heimis 
Yeni trend: Trendlerden uzak durmak
Yıllardır Ikea markası için tasarım yapıyorsunuz. Genel bir kanı vardır, 'Ucuz olan kalitesizdir' diye. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz? 
- Haklısınız, insanlar ucuz bir ürün alırken şüpheleniyor. Kalitesiz olma ihtimalini göz önünde bulunduruyor. Kimse kısa süre sonra işlevini yitirecek bir ürün almak istemez. Ama ucuz ürün kalitesiz olacak diye bir şey yok. Bu, tamamen doğru planlamayla alakalı. Örneğin Ikea büyük alıcı olduğu için malzemeyi daha ucuza tedarik edebiliyor. Bir de inanın lüks segmentteki markalarla aynı yerden malzemeyi alıyor, aynı fabrikalarla çalışıyor. Çin'de ucuza yaptırdığınız ürünün genellikle yol masrafı çok fazla olur. Bunu çözmek için tasarımlarımızı fazla yer kaplamayacak şekilde tasarlıyoruz. Bir de nadir bulunan malzeme kullanırsanız bu da fiyatı yükseltir. 

Ucuz segmente tasarım yaparken öncelikli olarak neleri göz önünde bulunduruyorsunuz? 
- Elbette maliyeti ve raf satış fiyatı çok önemli. Onlara odaklanıyoruz. Farklı ürün gruplarımız ve fiyat seviyeleri var. Ikea, global bir marka. Amerika'daki ürünün aynısı Japonya'da da satılıyor. Bu yüzden global, herkese hitap eden şeyler tasarlıyoruz. İnsanların ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyoruz. 

Satılan ürünler ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor mu? - Elbette. Örneğin Amerika'da evler çok daha geniş ve büyük. Bu yüzden büyük ürün grupları daha çok satılıyor. Japonlar ise daha çok ufak boyutlardaki, az yer kaplayan eşyaları tercih ediyor. Avrupa, ekoloji ve geri dönüşüm meselesine çok ciddi bakıyor ve bu gruptaki ürünleri alıyor. Çin'de ise ekolojik ürünler hiçbir şey ifade etmiyor. 

Trendlerden ne kadar etkileniyorsunuz? 
- Trendlerle çalışmıyoruz. Benim bugün tasarladığım bir ürün, iki yıl sonra satışa çıkıyor ve aynı ürün yıllarca rafta kalıyor. Bu yüzden biz daha çok zamansız ürünler tasarlıyoruz. Trendlere odaklanırsak geç kalabiliriz. Artık insanlar trendlerden de yoruldu. Modası geçince atacağı objeyi almak istemiyor. Alışveriş yaparken üzerinde çok düşündüğü, fonksiyonu olmayan ürünü almıyor. Kafa yormadan, basit ama işlevsel ürünleri alıyor. Bu yüzden yeni trend, trendsizlik. Bir tek tekstil ürünlerinde ve kumaşlarda bazı trendler ön plana çıkıyor. 

2012 Türkiye Tasarım Bienali hakkında ne düşünüyorsunuz. Türkiye, diğer ülkelerden ayrışabilecek ve ön plana çıkabilecek mi? 
- Elbette, burada başka hiçbir ülkede olmayan bir kaynak var. Kültürel birikiminiz çok fazla. Ama öze dönmek, kültürden yararlanmak belli figürlere takılıp kalmak demek değildir. Burada çıkan deri, tekstil, cam gibi malzemeleri kullanmak, onlara yeni formlar kazandırmaktır. Bu topraklardan inanılmaz malzemeler çıkıyor. Bunlarla dünyaya yeni bir tasarım anlayışı kazandırabilirsiniz.

27 Şubat 2014 Perşembe

Sanat, anlamlı biçimlerin bağımsız bir şekilde yaratılmasıyla ortaya çıkmaktadır. En temelde var olan bir gerçeğin ya da gerçekliklerin kişisel veya toplumsal olarak belirli teknik veya disiplinli bir biçimde dışa vurularak ifade edildiği bir olgudur.
I.Kant, “sanatın kendi dışında hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel sanatı ancak deha yaratabilir. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır” diyor. L.Tolstoy da "İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştır"  derken A.Camus ise sanat için “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı” demektedir. K.Marx “yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır” diye belirtirken M.Kemal de “sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuştur” diyerek sanata verdikleri önemi dile getirmektedir.
Sanat, dünyanın temsili, onun algılanması ve duyulması yolunda, devamlı yeni biçimler önerir. Tüm algılama organlarımızı, hislerimizi ve düşüncemizi eğiterek geliştirir. Doğal dünyayı algılayışımız sanattan gelir.  Bu bağlamda doğaya bir anlam vererek algılamayı da sanat öğretir diyebiliriz.
Yaşamı insancıl kılan, insanlar arasında iletişim sağlayan bir olgudur sanat…
İnsana, insan olduğunu hatırlatma aracıdır. Ona aşina olma insanlığın bütün biçimlerine duyarlılığı beraberinde getirir. İnsanı zamanın tutsaklığından ve hayatın dar kalıplarından kurtararak enteresan bir yolculuğa çıkartır.
Sanat fedakârlığın ve gerçek dünya tarihinin bir parçasıdır. Zamanın süzgecinden geçerek insanın kullanabileceği özgür ortamlar yaratır. Toplumdaki ahlakı kaygı edinmeyerek tersine ahlakın reddettiği ve toplumun bastırdığı duyguları, düşleri saygın şekilde sunar.
Yaratıcılık ve düş gücüyle birlikte farklı algılanabilme özelliğidir sanat. Değişik yorumlara açık olabilmektir. Sezginin ve anlatımın birlikteliğinin yanında; bazı düşünce, amaç ya da olayları, beceri ve düş gücünü kullanarak ifade eder. İnsanlara özgü yaratıcı bir süreçtir.  İnsan özgürlüğünün hakkını arar; bazı kalıpları sürekli olarak zorlayıp aşar, zamana yenik düşmez.
Sanat, kanat çırpışından serçenin yüreğini hissetmek, Pir Sultan Abdal’ın deyişiyle demirin üstündeki karınca izini karanlıkta görebilmektir. Daha önce kimsenin söylemediğini söylemek;  herkesin söylediğini daha önce hiç söylenmemiş bir şekilde sunabilmektir. İnsanı kültürel yönden zenginleştirmekle beraber olasılıkların çokluk ve çeşitliliği, yaşamın anlam kazanmasında, insanın kendisini ve içinde bulunduğu evreni tanımaya çalışmasında yol gösterir. Sanat ve yaşam iç içe olduğundan birbirinden ayrılmazlar.   Sanatın diğer bir yönü de var olana karşı tepkisini, tutarlı bir bütünlük içerisinde somutlaştırarak,  insanın iç ve dış dünyası arasında bir denge kurulmasını sağlayarak, insanların karşı karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunların aşılmasında katkı sağlamaktır.
Sanat, sorgulayıcı olup yapıcı eleştiriyi sağlar. Bu da aydınlığa giden yolda duymayan insanların kulağı görmeyen insanların gözü olur.
Egemen olan anlayış sanatı geri plana atarak kendine ait bir kültürü dayatmaktadır...
Bunun sonucu olarak toplumda düşünmek engellenmiş olur. Tabii ki düşünmeyen, sorgulamayan toplumu yönetmek çok çok kolaydır. Sanatı hor gören başka bir uygulama da, en çok heykel ve resim dallarında görülmektedir. Bu görüşün uzantısı olarak parklardan heykeller kaldırılmakta, resimler müstehcenlik suçlamasıyla kapatılmaktadır. Ayrıca bale ve tiyatro gibi sanatlar da bu dar görüşlü anlayıştan nasibini almaktadırlar.
Seçkin bir sanat eseri ortaya çıkarabilmek yüksek yetenek gerektirir. Gerçekten de Beethoven’in “Ay Işığı” sonatında olduğu gibi kör bir kız çocuğuna müzikle ay ışığını anlatabilmek ayrı bir yetenek ister. Pablo Picasso da “Guernica”sı ile savaş acısını ölümsüzleştirmiştir. Nazım Hikmet “Kız Çocuğu” şiiriyle Hiroşima’ya atılan bombanın dehşetini insan kalbinin derinliklerine işlemiştir.  Ünlü şairimiz, zekâsı ve sezgileriyle çağının önünde gitmiştir. Toplumun acılarıyla sevinçlerini en önce sanatçı yaşar.
Eserleriyle toplumsal sorun ve çıkmazları ortaya koyarak insanlarla paylaşan sanatçılar, toplumun düşünmesine,  olayları sorgulamasına ve daha iyiye, güzele ulaşabilmek için çareler bulmalarına katkı sunarlar.
Denizlerin dalgası, yaşamın sevdasıdır sanat.